Niksar Geyran ın Kaderini değiştiren Meletli Hoca

Geyranın kaderini değiştiren – Meletli Hoca






evrensel gazete logoRagıp ZARAKOLU

meletli ömer lütfü hoca
Resim – Meletli  Ömer Lütfü  hoca

Ragıp  Zarakolu dan  Deniz Düzgün e Hem teşekkür hem uyarı  

– Bende  bu yazıyı okuyunca çok sevindim hemde mutlu oldum  . 
Ragip Zarakolu :  ”Yazıma yer verdiğiniz için teşekkür ederim…
Ancak başlığı Nakşi Hoca uygun değil bence…
Babam 6 yıl öğretmenlik yaptı orada.
Geyran’a ğretmen olarak atarken,  Tokat da “Git ama Yezid deyip öğretmenleri kaçırıyorlar, bu son denememiz, seni de kaçırırlarsa, okul kapatacağız…” demişler.
“Nakşi Hoca” biraz aşağılayıcı geldi bana.
“Yezid” demek gibi bir şey.
Babam, Geyran da öğretmenlik yaparken bir yandan da İstanbul da Pertev Nihal Lisesini, Ankara’da Hukuk Fakültesini bitirdi.
Ve bir yandan da Kardeşi Zeki’nin Hava subayı, Tevfik’in ise Askeri Tıbbıyeyi bitirmesine, en küçükleri Avni’nin ise İstanbul Kabataş Lisesinde okumasına destek verdi. (Daha sonra Zürich’de ekonomi doktorası yaptı.
Niksar Şehremini Ragıp Efendinin kızı olan annem ise ev masraflarını karşıladığı için bütün maaş kardeşleri arasında pay ediyordu.
“Köyün ağası” ile omuz omuza verip köy gençliğini okumaya yönelttiler.
Daha Köy enstitüleri olmadan, ona benzer bir deneyim.
Genç cumhuriyet eğitime büyük önem veriyordu. Babam da o dönemin idealist gençlerinden biriydi. 
ToKat Valisi İzzettin Çarpar, babamın Ankara’da Hukuğu bitirmek üzere olduğunu duyunca onu sekreter olarak merkeze aldı (Tahrirat Katibi derlerdi o zaman)
Giderken Geyran dan 2 talebesini Tokat’a yanına aldı. İkisi de öğretmen oldular. İdareci de oldular. 
Ve Geyran yörenin en çok öğretmen yetiştiren köyü oldu. Bulancak, Karamürsel gibi yerlerde babam kampanyalar düzenliyerek orta okul açılmasın sağladı. Emekli olmadan son çabası, İstanbul’da Tokat Öğrenci Yurdu açılmasını sağlamak olmuştu. 
Niksar’da Ecevit saldırıya uğradığında savunmasını üstlenen üç köyden biriydi Geyran. İkincisi KIzıl Dere idi. Üçüncüsünü hatırlamıyorum. Üçü de Alevi köyü idi.
39 depreminde Annemin Niksar’daki babadan kalma konağı yerle bir oldu. Babam ise, kış günü at sırtında köy köy yardım dağıtımını organize ediyordu.
Kış geceleri toparlanırlar, babam Geyranlılara keman çalardı.
50 sonrası İstanbul a göç başladığında, evimize Geyranlılar, Mesudiyeliler çok gelirdi. Babam iş bulmalarına yardımcı olurdu.
– Ragip Zarakol bu bilgiyi verdiği için teşekür ederim Ayrıca  Yanlış  Başlık ve yanlış bilgilendirmeden dolayı  uyardığı için minettarım .
Kendi  Adıma  Deniz Düzgün olarak Geyran a ışık tutmuş hizmet etmiş Meletli Hoca ya Hakk Rahmet etsin ışıklar içinde yatsın , Toprağı bol olsun .

Hayatın en güzel yolculuğu

24 Aralık 2011 08:44
Geçen yıl eski sarı renkli bir Volkswagen ile hayatımın en güzel yolculuğunu yaptım. Sonbaharda, kendi köklerime doğru… Babamın, dedemin izlerini sürdüm. Dedemi hiç tanımadım, çünkü 1936 yılında ölmüş. Ben doğmadan 12 yıl önce. Dedem Ömer Efendi bir müderristi. Onun babası da din adamı. Zara’dan gelmiş, Ordu Mesudiye’nin dağlık yöresindeki Beysekü köyüne. Kardeşlerinden birinin Kürtçe bildiğini söylediler Beysekü’de…
Kimine göre Haylık da varmış işin içinde… Neden Zara’dan Mesudiye’ye gelmişler bilinmez. Belki de 1877 Osmanlı-Rus savaşının bölgede yarattığı altüstlükten dolayı terk etmişler Zara’yı ya da yerel çatışmalardan, kim bilir? Bu benim tahminim. Zara, o zamanlar Kürt ve Ermeni ağırlıklı bir nüfusa sahip… Babam, bir köy öğretmeni iken, o da iz sürmek için gider Mesudiye’ye. Ve Beysekü’nde dedesinin ailesinin Zarakol diye çağrıldığını öğrenir ve bu soyadını almayı o önerir aileye. Dedem, Ömer Efendi ile ağabeyi birlikte yollara düşüp Mesudiye’den Çorum Medresesi’ne gitmişler. Orada iki kardeşin yolu ayrılmış.
Ağabeyi Nakşibendi tarikatı yolunda gitmiş. Nitekim daha sonra Niksar’a giderek Nakşibendi şeyhi olmuş ve orada bir kütüphane oluşturmuş. Ömer Efendi ise ilim yolunda yürümeye karar vererek, İstanbul’a, Gülhane’deki Zeynep Hatun Medresesine gelmiş. Abdulhamit döneminde Hatta beratını ondan aldığını söylerler. Sonra yola düşüp Niksar’a ağabeyinin yanına gitmiş, medrese hocası olarak. Orada Arif Bey diye bir zabitin kız kardeşi, Naciye Hanım ile evlenmiş, yani babaannemle. Arif Dayı, 1914 kışında Allahüekber Dağlarında az sayıda sağ kalıp, Çarlık ordusuna esir düşenlerden. Ve orada 1917 devrimine de tanık olur. (Meraklısına; Arif Ölçen’in Sibirya’da tuttuğu günlük, Valutra Nehri başlığıyla Türkçe olarak ve Amerika’da bir üniversite tarafından İngilizce olarak yayınlandı) Arif dayının oğlu Nejat Ölçen’i ve Makbule halamı da bu arada Çamlık yaylasında ziyaret ettim, geçen yaz. Ama önce babamların çocukken gittiği Perşembe yaylasına gittim. Oradan ver elini babamın 6 yıl öğretmenlik yaptığı Geyran köyüne ve Düden yaylası…
Geyran bir Alevi köyü. Babam ile köyün ağası el ele verip, burada bir okuma seferberliği başlatmışlar. Bugün yörenin en fazla öğretmen yetiştiren kasabası olmuş eski Geyran köyü. Daha 70’lerde kültür festivalleri düzenleyen bir yer… Babamın öğrencileri ile tanışmak ayrı bir keyifti. Onların dediğine göre, babam “İslamın özü Alevilikte” dermiş onlara. Babam keman ve dayısının bizzat yaptığı tamburu çalarmış onlara, kurdukları sohbet sofrasında. Önce dedemin doğduğu evde, sonra oradan yola düşüp babamın yaşadığı köy evinde uyumak bambaşka bir duyguydu. Geyran’a 12 Eylül darbesinden sonra bir binbaşı çok zulüm etmiş, ‘solcu’ diye adları çıktığı için. Ordu Fatsa’dan çıkmıştık sarı kızla yola, bir tek Reşadiye’den yukarı vururken nefesi tıkanmıştı Vosvos’un. Her yerde 12 Eylülün izlerini de kovalıyorduk bir yandan da. Ve aklıma ailenin ilk komünisti gelmişti aklıma. Babamın dayısı Arif Bey, kucağında ölen binbaşısının kızını Beşiktaş’ta bulup evlenmiş ve onun erkek kardeşini de Kuleli’ye vermiş… Ve bu adamcağız çiçeği burnunda bir teğmen iken, salt solcu arkadaşları var diye, bir yemek resmi ‘delil’ kabul edilerek, 5 yıl hapse atıldığı gibi, hayatı boyunca da izlenmiş.
Hani 1938 Nâzım Hikmet operasyonu vardı. İşte onun kurbanlarından. Sarıkamış şehidinin yetimi falan takmamış Fevzi Çakmak Paşa… Dedem Ömer Efendiyi, Niksar’da “Meletli Hoca” diye anarlar, Şeyh Ağabeyinin (Zarakol Efendi!) yanında gömülü Melik Gazi Mezarlığında. Ve şimdi ziyaret yeri! Babam 1936’larda bir yandan da Aksaray’da Pertevniyal Lisesinde dışardan bitirme sınavları verirken, babası da gelmiş İstanbul’a, birlikte önce Gülhane’deki Zeynep Hatun Medresesine gitmişler, tabii çoktan kapatılmış. Sonra oradaki Alemdar sinemasına gitmişler. (Ne yazık ki bugün otomobil galerisi) Tarzan filmi varmış, Tarzan Jane’yi öpünce, babam dedemin yanında çok utanmış. Çok ilginç tam o sıralarda Cemil Meriç’de Antakya’dan gelmiş, Pertevniyal Lisesinde son sınıfı bitirmeye çalışmakta, bir yandan da Hikmet Kıvılcımlı’nın, Kerim Sadi’nin yayınevlerini ziyaret etmektedir. Ayşe Nur’un annesi ise Arnavutköy Kız Kolejinde çabalamaktadır. Mesudiye kasabasının eski adı ‘Meletis’ Melet soyundan gelir.
Mesudiye’de turlarken çok hoş bir tesadüfle karşılaştık. Oradaki Rum Kilisesi restore ediliyordu. Genç mimar bir karı-koca, mütevazı bir şekilde, reklam falan da yapmadan bu tarihi mekanı, Kültür Bakanı’nın desteği ile hayata döndürüyorlardı. Ve sarkık bıyıklı bir “sözde” üniversite hocası, “Ordu’da bizim ödediğimiz vergilerle nasıl kilise restore edilir” diye protesto ediyordu! Meğer Ordu’da sözde “üniversite” varmış! Şimdi mahpus damında gözümün önünden hiç gitmiyor o dağların ve yaylaların görüntüleri, güneşin batışındaki ışık ve gölge oyunları, dağa çöken sis ve kör gözle, çakıl taşlarını kerteriz tutarak dağdan kıyıya inişimiz… O sis sanki hayatımızın geçtiği bir zaman tüneli idi. Orada göçler vardı, tehcirler, kıyımlar, sürgünler vardı, savaşlar, esirlikler,
mahpusluklar, darbeler, farklı inanışlar, farklı yollar… Ve hepsi bizi oluşturan köklerimizdi. Bu benim zaman tünelinde hayatımın en güzel yolculuğuydu…
Not: Şıh amcaya ne mi oldu? Efsane dolu, yazmalar kütüphanesi 1925 yılında darmadağın oldu. Medreseler kapanınca dedem de işsiz kaldı. Ailesi yoksullaştı. Tokat valisinin çektiği zılgıttan sonra Şıh Amca “melon” şapka giydi!
evrensel.net
Gülhane Parkı’nın girişinin karşısındaki binada 90’lı yıların başında Ayşe Nur’un ve İsmail Hoca’nın “Devletlerarası Sömürge Kürdistan” ve “1935 Tunceli Kanunu ve Dersim Jenosidi” adlı kitaplardan dolayı yargılandığı Devlet Güvenlik Mahkemesi vardı.
Ayşe Nur, yaptığı tarihi savunmada, TC’nin uymakla yükümlü olduğu ve altında imzasının bulunduğu insan hakları belgelerine ve soykırım konvansiyonuna değinmiş, daha sonra da “soykırımdan söz etmek değil, soykırım bir suçtur, hem de insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur” demişti.


Mahkemenin koridorları dolup taşıyor, Mahkeme önündeki alan ise, Sarı Hoca’ya destek vermeye gelen halktan insanlarla dolup taşıyordu.
Daha önce burası Morg Binası idi. Şimdi de galiba Çocuk Mahkemesi.
70’li yılların ortalarından itibaren zirve yapan, vurulan gençlerin cenazeleri buraya getirilirdi. 1980 yazı, gazetede mesaisini bitirdikten sonra Fatih’teki evine gitmek üzere, bizden ayrılan Adliye muhabirimiz Recai Ünal’ın cesedini teşhis etmek için morga gidildiğinde bir başka masada da eski başbakanlardan Nihat Erim’in cenazesi yatmaktaydı.
Morg/Adliye binasının hemen karşı köşesindeki Köşk’ten 1839 yılında ünlü Tanzimat Fermanı okunmuş, tellalar sokaklarda, Osmanlı tebasına, “Fermandır, artık Gavurlara Gavur” denilmeyecek diye dolanmıştı.
Hemen Morg/Adliye Binası ile Köşk’ün ortasından ileri doğru yürüdüğünüzde ise Osmanlı hükümetinin ünlü Bab-ı Ali giriş kapısı yer almaktaydı.
Osmanlı tebası ayranı kabardığında, Köşk binasının önünde toplanır, ki bunların başını medrese talebesi ve Yeniçeri takımı çekerdi. Bu köşkten, tebanın ayranını kabartan veziri azamın kellesini attırırdı Sultan. Bedenin de atıldığı olurdu, lime lime ederdi öfkeli kalabalık, çoğunlukla şişman olan vezirin bedenini. Hatta yağlarının romatizmaya iyi geldiğini söylerlerdi.
Yolun ortasından yukarı doğru yöneldiğinizde ise, hemen köşede Alemdar Mustafa Paşa’nın köşkü vardı. O köşkte Paşayı kendisi ile birlikte ateşe vermişti, III Selim’in reformlarına karşı çıkan yeniçeri taifesi.
Yolun ortasından tramvay geçer, Sultanahmet’e doğru tırmanırdı. Morg/Adliye’nin önünden yukarı çıkışta hemen sağda devasa bir çınar ağacı vardı, hala da var. İşte o ağaç Vakayi Vakvakiye’ye tanık olmuştu. İşte bu ağaca 1656 yılında salkım saçak isyankar yeniçeriler asılmıştı.
Tramvayla yukarı çıkıp, üst köşeye geldiğinizde, orada Talat Paşa’nın köşkü bulunmaktaydı. Hala da orada. İşte bu binadan Talat Paşa kendi özel telgraf makinesi ile 1915 soykırımını bizzat yönetmişti.
Talat Paşa köşkü ile Morg/Adliye Binası arasında ise Zeynep Hatun Medresesi yer almaktaydı.
İşte bu Medreseye Abdülhamit döneminde Ordu’nun, Melet/Mesudiye yöresi Beyseki köyünden Ömer Lütfi diye bir genç gelmişti. İlim yolunu seçmişti. Kardeşi Ahmet ise tarikat yolunu seçmiş, Nakşiliğin önemli merkezlerinden biri olan Çorum Medresesi’ne gitmişti.
Osmanlı dünyasında medreseler üniversite konumundaydı. Kürt illerinde de. Bu nedenle kapatıldıkları halde, Kürt kimliğinin yaşamasının önemli kaynaklarından biri olmuşlardı.
Babaları Yusuf Zara’dan Mesudiye’ye gelmişti. Bu nedenle Zarakol diye anılırlardı. Yani Zara’dan gelen kol. Yusuf Efendi, Marziye Hatun ile evlenip, köyün hocası olmuştu. Yusuf Efendi’nin kardeşinin Kürtçe bildiğini söylemişti, Ayşe Nur’un Cem-May dağıtımda şoförü olan Mesudiyeli Hüseyin. Eski Zara Beratını Abdülhamit’ten aldığı söylenen Müderris Ömer Lütfü, kardeşi Ahmed’in Nakşi şeyhi olduğu Niksar kentine gidecekti. Niksari nisbesiyle anıldı daha sonra, hep orada yaşadığı için.
Ömer Lütfi Efendi dedemdi. Niksari Hacı Ahmet (Zarakol) Efendi ise onun kardeşi. Biri Zarakolu soyadını alırken, diğeri Karahan soyadını alacaktı.
Şimdi mezarları ziyaretgah.
1925 yılı bir yumruk gibi indi. Medrese ve zaviyeler kapatıldı. Alevi toplumu da kendi kurumlarından yoksun kaldı. Medrese Osmanlı üniversitesi olduğuna göre, buna da bir başka türlü YÖK temizliği diye bakabiliriz.
Dedem Müderris Ömer Lütfi, ya da halkın deyişi ile Meletli Hoca bir anda işsiz kalmıştı, şimdiki akademisyen arkadaşlarım gibi. Korku içindeki kardeşi Şıh Efendi ise, başına melon şapka geçirmişti. Harf devriminden sonra, eski yazı kitaplığının Süleymaniye Camii Külliyesi’nin büyük el yazmaları kütüphanesine yollandığı söylenir.
Babam, kardeşlerinin okumasına destek olmak için 6 yıl köy öğretmenliği yapar, bütün maaşını onlara hasreder, annem de zorunlu ev ihtiyaçlarını hallederken.
Babam Remzi Zarakol, Geyran Alevi köyünde öğretmen iken Aksaray’daki Pertevniyal Lisesi’nden mezun oldu, dışarıdan. 1936 yılında ölümünden önce babasını İstanbul’a getirir.
Morg/Adliye binasından yukarı çıkarken tam Talat Paşa köşkünün altında küçük bir sinema vardı. Sonra otomobil galerisi oldu. Babam dedemi orada bir Tarzan filmine götürür. Tarzan Jane’i dudaklarından öpüverince babamın yüzü kızarır.
Dedem “Meletli Hoca” Ömer Lütfi
meletli ömer lütfü hoca

Share this:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder